Ve Ateş Bizi Tüketiyor - Murat Gülsoy

          Merhabalar küçük blogumun çok sevgili okuyucuları. Yeniden bir Murat Gülsoy kitabıyla karşınızdayım. Bu kitabını da bir önceki kitabı gibi çıkar çıkmaz aldım, üstelik yazarına da imzalatarak. Ama gelin görün ki bir hevesle başlayıp aynı hevesle bitiremediğim kitabı pek de beğenmedim. Biraz da bu sebeple okuma hevesinizi kaçırabilecek pek çok ayrıntıya yer vereceğim bu yazımda. O yüzden kitabı her şeye rağmen okumak isteyenleri bu paragrafla uğurlayalım.

          Kitabımız adını, sanını, yaşını, işini bilmediğimiz bir karakterin kapısının çalınması ve yaşlı komşusunun ona eşinin kaybolduğunu söylemesiyle başlıyor. Kadın o kadar çaresiz bir durumda ki karakterimiz pek tanımamasına rağmen komşusuna yardım etmek zorunda hissediyor kendini ve eline tutuşturulan yaşlı adamın kimliğiyle yollara düşüyor. Hiç tanımadığınız yaşlı bir adamı aramaya nereden başlarsınız ki? Bizim karakterimiz de bunu bilemiyor ama buna rağmen düşüyor yollara. Kitap hem temelde hem de tamamen bunu anlatıyor. Elbette zaman geçtikçe, sayfalar ilerledikçe siz de kahramanımız da bunun sıradan bir gece, sıradan bir hikaye olmadığının farkına varıyorsunuz. Ki bence burada bir yol ayrımı çıkıyor karşınıza. Bütün bu karmaşa, saçma olaylar, nereden gelip nereye gittiği belli olmayan yollar, önünüze çıkan insanlar karşısında ilginizi koruyacak hatta daha da meraklanacaksınız yahut bütün bu anlamsız ve sonrasız olaylar sinirinizi bozacak, okuma hevesinizi kaçıracak. Aslında bence bu iki ayrım da kendi içlerimde iki yola ayrılacak ve her biri içinde ya olayı çözeceksiniz ya da nereye gidiyor bu diye merak içinde kalacaksınız. Ben ikinci yol ayrımının olayı çözenler kısmında "Yok canım bu sonuca ulaşmak için bütün bunları yapıyor olamaz." diyerek kendime inanmamayı tercih ettim ama gelin görün ki yapıyormuş.

          Yine de belki de kendi fikrimden bahsetmeden önce kitabı biraz daha anlatmam daha doğru olur. Bu yüzden hikayeye biraz daha giriyoruz. Öncelikle sevgili kahramanımız evden akşam vakitlerinde çıkıyor ve etrafta gördüğü insanlara yaşlı bir adam görüp görmediklerini sormaya başlıyor. Önce eczaneye ve çevredeki yaşlıların sıkça gittiğini öğrendiği bir doktorun yanına gidiyor, orada bir kadınla karşılaşıyor ki aslına bakarsanız işlerin tuhaflaşması genel olarak o kadınla başlıyor. Sonrasında o kadının peşinden gidiyor, ardından oraya nasıl ve nereden gittiğini bile anlayamadan kahvehane tarzı bir yerde buluyor kendini. Sonra bir pastaneye gidiyor bahsettiğim kadınla yeniden karşılaşıyor. Ardından huzurevini ziyaret ediyor. Sonra sokaklarda gezerken bir mahalle sinemasına denk geliyor, bir ara üniversiteye gidiyor ve orada çok daha tuhaf olaylar yaşıyor, bir terziye uğruyor, kanalizasyondan aşağı yardım etmek için iniyor, bir radyo programına katılıyor ve sayamayacağım tonla şey yapıp, bir yığın insanla görüşüyor. Bu süreç içinde pek çok tuhaf şey oluyor ama bütün bunlar içinde beni en çok rahatsız eden şey hiç kimsenin normal bir şekilde sohbet etmiyor oluşu oldu. Herkes durup dururken, kimse ona sormamışken hayatını anlatmaya başlıyor ve çoğu bunu şairane bir biçimde yapıyor (Bu noktada size bütün bu tuhaflıkların sebebini söylemeliyim ki kitap hakkında konuşmaya devam edebilelim.). Kahramanımız gezdikçe aradığı yaşlı komşusu hakkında daha çok şey öğrenmeye başlıyor. Kim olduğunu, kızını, evliliğini, eski sevgililerini... Bir aşamadan sonra işler sarpa sarıyor ve en sonunda anlıyoruz ki başından beri sokaklarda aradığı yaşlı adam aslında kendisiymiş. Yani aslında kimse ondan yaşlı komşusunu aramasını istememiş, kaybolan yaşlı adam zaten oymuş. Ama yazarın bize bunu anlatabilmek için çektirdiği sıkıntıya paha biçilemez. Elbette elinizde/aklınızda böyle bir hikaye varken yaşlı adamımızın hayatını hiç yoktan yavaş yavaş hatırlamasını yahut birilerinin sürekli gelip ona aradığı komşusunun hayatını anlatmasını istemezsiniz. Muhtemelen bu yüzden ağır ceza hakimi gibi bir meslek seçmiş kahramanımıza. Böylece pek çok kişinin onun hakkında fikri olabilir ve bunlar pek çok kesimden insanları da kapsayabilir. Tabi yaptığı işlerde verdiği kararlardan suçluluk duyması da ek bir avantaj olmuş oluyor.

          Yazıyorum, yazıyorum ama size kitaba duyduğum kızgınlığı anlatamıyorum. Böyle zorlama şeyler beni çok kızdırıyor (Şunu da kabul etmem gerekir ki bana zorlama gelen bir şey size öyle gelmeyebilir pek tabi). Bir şey deniyor farkındayım. Bunu nasıl daha iyi yazabileceğine dair bir tavsiyem de yok aslında. Böyle olunca da boş bir eleştiri gibi oluyor benimkisi ama kızıyorum. Kitabı okurken de kızgındım şimdi de kızgınım. Gerçekten o ağır ceza hakiminin anılarına girmek için yeraltına girip oradan tünel kazmış kaçan mahkumlarla mı karşılaşmamız gerekiyordu? Gerçekten eski sevgililerini öğrenmemiz için huzur evinde yaşlı bir kadının durup dururken bize hayatını anlatması mı gerekiyordu? Bunlar da hile yapmak değil mi? Amacına ulaşmak için ortalığı bulandırmak değil mi? Oysa son bölümlerden yapılanlardan çok hoşlandım. Özellikle de mezarlığa geldiğinde ikiye bölünüp aynı anda iki farklı şeyi yapışının anlatılığı kısımlara. Aslında belki de sorun budur. Yani aslında sorun belki de yazarın bunu roman şeklinde yazmış olmasıdır. Belki bu bir uzun hikaye olsaydı böyle sinir bozucu olmayacaktı. Neden kitapta olduğunu bile anlamadığım ayrıntıların da böylece gerçekten kitapta olması gerekmeyecekti. Bilemiyorum. Belki de ben abartıyorumdur.

          Kapağındaki tavus kuşuyla, arka kapağındaki tuhaf özetiyle, son 26 sayfası dışında neredeyse bütün sayfalarıyla bu kitap benim için hayal kırıklığıydı ama şunu da söylemek lazım ki benim hayal kırıklığımın en büyük sebebi başından beri beklenti içinde olmamdı. O yüzden siz de bir şans vermek isterseniz bana da söyleyin kitap hakkında ne düşündüğünüzü. Yeniden görüşene dek hoşça kalın.


Yorumlar

Popüler Yayınlar